İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan bir grup arkadaş ile geçen aylarda Sudan’a yaptığımız ziyaret esnasında görüştüğümüz
Turabi: Tasavvufu yeniden düşünmeliyizRöportaj: Turan Kışlakçı / TIMETURK
Sudanlı dünyaca tanınmış Müslüman düşünür Hasan Turabi, Sudanlı meşhur âlim Şeyh Hammad Turabi'nin (18. yüzyıl) torunlarındandır. 1932’de Kessele’de doğdu. İslam'ı çok küçük yaşlarda babası Şeyh Abdullah Turabi’den (30 yıllık kadı idi) öğrendi.

1957'de mastır için Londra'ya gitti. Doktorasını Sarbonne'da yaptı. Döndüğünde Hartum Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığını yürüttü. Sudan’da İslami hareketin bir lideri olarak, İslam'ı gündeme sokmak için hükümet karşıtı birçok kampanya başlattı. Bazı isim ve form değişiklikleriyle hareketi idare etti.
1970 yılında tutuklandı. Bundan sonraki 7 yılını bazen mahkûm olarak, bazen dışarıda geçirdi. 1989 yılında Sudan’da gerçekleşen İslami devrimin mimarı olarak anıldı. 1999 yılına kadar Sudan Millet Meclisi’nin başkanlığını yapan Turabi, daha sonra Ömer el Beşir yönetimiyle yollarını ayırdı. Beşir’e olan muhalefeti sebebiyle sık sık cezaevine giren ve ev hapsinde tutulan Turabi, şu an Sudan Halk Kongresi isimli hareketin liderliğini yapıyor. Arapça, İngilizce, Fransca bilen Turabi, geçtiğimiz yıl Almanca öğrenmeye başlamış ve birkaç ay içinde Almanca 500 sahifelik bir sözlüğü ezberlediğini söylüyor.
İHH İnsani Yardım Vakfı’ndan bir grup arkadaş ile geçen aylarda Sudan’a yaptığımız ziyaret esnasında görüştüğümüz bilgili, karikmatik, sempatik ve yetenekli düşünür Hasan Turabi ile yaptığımız röportajı TİMETURK okuyucularının istifadesine sunuyoruz.
Sayın Turabi öncelikle bize Sudan’ın tarihinden kısaca bahseder misiniz?
Sudan çok kadim medeniyetleri bağrında barındıran bir ülke. Araplarla İslam ile şereflendikten sonra buraya İslam’ı yaymak için geldiler. Ardından Afrika kabileleri ile iç içe geçtiler. Onlardan etkilenen yerli halk kendi lisanlarını terk edip Arapça konuşmaya başladı. Ta ki sömürgecilik kıtaya uğrayıncaya kadar. Geçmiş dönemlerde Mısır ve Kuzey Afrika’nın tamamına Sudan deniliyordu. Sudan “Siyahlar ülkesi” manasına gelmektedir. İslam’ın gelişinden sonra bu bölgede farklı beylikler ve özerk yönetimler oluştu. Bu özerk yönetimler arasında en büyüğü Darfur Sultanlığıydı. Bu Müslüman beyliklerin tümünün Osmanlı Devleti ile ciddi ilişkileri vardı. Bu özerk yönetimlerin oluşturduğu bölgeye 18. yüzyıldan itibaren sömürgeciler gelmeye başladı.
Darfurlular, Osmanlı’ya olan bağlılıklarının da vermiş olduğu inançla İngilizlere karşı mücadele etti. İngilizler, Osmanlıya bağlılığını ilan eden Sultan Ali Dinar ile savaştı ve onu şehid etti. 10-20 yıl sonra Darfur da Sudan’a katılmış oldu. Böylelikle Darfur Sultanlığı ortadan kalkmış oldu. Darfur’un Osmanlı Devleti ile olan yakın ilişkilerinden dolayı, İngilizler bu bölgenin gelişmemesi için ellerinden geleni yaptı. Yapılan baskılar sonucu bölge insanı en temel gereksinimlerini dahi karşılayamaz hale geldi. Tekrar söylemek gerekirse, bu baskıların temel sebebi Darfur-Osmanlı yakınlığından kaynaklanmaktaydı. Eğitim noktasında Darfur’daki tüm yetkiler Hıristiyan Misyonerlere verilmişti. Bu konuda çalışma yapmak isteyen Müslümanlar engellenmekteydiler.
Bugünkü Sudan'da İslami hareket nasıl başladı?
Bildiğiniz gibi bu bölge İngiltere ve Mısır tarafından işgal edilmişti. Bölgenin yönetimini birlikte yürütüyorlardı. İngilizlerin bölgeden ayrılmasıyla Mısır bölgenin kontrolünü eline geçirmeyi düşünüyordu. Ancak istekleri gerçekleşmedi.
1956 yılında Sudan bağımsızlığını kazandı. İngiliz döneminde bastırılan İslami kurumlar tekrar ortaya çıktı. İran İslam Devrimi’nin ardından tüm dünyada olduğu gibi Sudan’da da ciddi bir İslami uyanış başladı. Sudan’daki asıl İslami uyanışın İran devriminin hemen ardından başladığını söyleyebiliriz. Bu uyanış Müslümanların sosyal alanda yükselmelerine, itibar ve iktidar sahibi olmalarına giden yolu açmıştı. Müslümanlar tam idareye gelecekleri bir zamanda yapılan baskılarla yeniden aşağı çekildiler.
SUDAN İKİNCİ BİR YUGOSLAVYA OLABİLİR
Ülkedeki sıkıntıların ana sebebi nedir?
Sudan, 2.500.000 km2’lik toprak alanı ile dünyanın en büyük ülkelerinden biridir. Ülkede yer alan birçok farklı etnik grup kendi bağımsızlıklarını kazanmak için seslerini yükseltmeye başladı. Gösterilerle başlayan bağımsızlık hareketleri, karşılıklı savaş ilanlarına kadar sürdü. Bu bağımsızlık mücadeleleri hâlâ devam etmektedir. Eğer bir çözüm yolu bulunmazsa Sudan’da ikinci bir Yugoslavya vakıası yaşanması imkânsız değildir.
Sudan’ın güneyinde yaşanan sorunun biliyorsunuz. Eskiden güneydeki Müslümanların sayısı Hıristiyanlarınkinden çok daha fazlaydı ama zaman ilerledikçe Müslümanlar orada azınlık durumuna düştü. Çünkü Hıristiyanlar sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi alanlarda Batı ülkelerinden sınırsız bir destek almakta. Güney’de de çoğunlukla Arapça konuşulmakta lakin yüksek sosyal sınıftan olan insanların çoğu İngilizce konuşmakta. Tüm bu saydığımız sebeplerden ötürü Güney şuanda yarı müstakil bir devlet görünümünde. Bildiğiniz gibi 3-4 yıl sonra Güney’de bir referandum olacak ve bu referandumun sonucunda Güney’in Sudan’dan ayrılıp, bağımsız bir devlet olma olasılığı çok yüksek. Böyle bir neticede ortaya çıkabilecek yeni devletin karşılaşacağı en ciddi sorun, bu devletin denize kıyısı olmayışı olacaktır.
Ülke toprakları tarıma elverişli olmasına rağmen ekilmiyor. Bunun nedeni ise ülke halkının genelinin çoban olmasından kaynaklanıyor. Tarımdan anlamadıklarından bu verimli topraklarla ilgilenemiyorlar. Geçmiş dönemde sadece bazı bölgelerde pamuk ekilmekteydi. İslam devrimi gerçekleştirildikten sonra topraklarda başla hangi ürünlerin yetiştirilebileceğini öğrenmek için çeşitli araştırmalar yapıldı. Bu araştırmalarda bölgenin petrol kaynaklarının farkına varıldı. Şuanda Malezyalılar ve Çinliler Sudan petrollerini işlemektedir.
Dış güçlerin Sudan ile uğraşmasının neden petroldür diyebilir miyiz?
Evet, lâkin o nedenlerden sadece biri. Asıl neden ise Sudan’da yükselen İslam’ın güçlü sesi idiydi. Sudan’da gerçekleşen İslam devriminin ardından komşu ülkelerle ilişkilerimiz gelişti. 9 komşu ülkemiz vardı ve bunların hepsinde İslam’ın etkisi ilişkilerimiz sayesinde gelişmeye başladı. Komşu ülkelerde hem İslam yayılıyor hem de Arapça konuşanların sayısı her geçen gün artıyordu. Hele iktisadi bir gelişme olursa tüm komşu ülkelerin Sudan’dan etkilenmesi kaçınılmaz hale gelecekti. Sudan sahip olduğu tüm bu özelliklerden ve konumlandığı bölgenin stratejik öneminden dolayı batı tarafından hep baskı altında tutuldu.
Sudan’daki İslam devrimi hedefine ulaştı mı sizce?
Osmanlı Hilafetin çöküşünün ardından uzun bir dönem tüm dünyada Müslümanlar, yeni bir İslam modeli nasıl oluşabilir? kabilinde sorular kendilerine yönelttiler. Sudan’da 89 devriminden sonra tüm bu soruları tecrübe etme imkânı bulduk. İslami bir yönetim sistemi oluşturmaya çalıştık. Fakat birçok ülkede olduğu gibi Sudan’da da ordu İslami bir yönetim istemiyordu. Batının ve bazı Müslüman ülkelerin baskısı sonucu Sudan’daki İslami yönetimin sağlıklı bir ilerleyişi olmadı. Baskı uygulayıcılarının istemedikleri bir diğer şey ise Şura Sistemi idi. İslam Devletindeki şura sistemi, toplumun tüm kesimlerinden katılımcılar içermekteydi. Böyle bir sitemin uygulamaya konması askerin istemiş olduğu, tek bir elde toplanan baskıcı yönetim sistemini ortadan kaldıracağından iktidara sahip olan Müslümanlar askeri darbeye maruz kaldı.
Sudan’da çok fazla etnik grup var mı?
Başta da belirttiğimiz gibi, Sudan birçok farklı kavimden oluşuyor. Bu yetmezmiş gibi Sudan’a komşu ülkelerden, ülkelerini terk etmek zorunda kalan tüm Müslümanlar sığınıyor. 70’lerde Eritre ve Etiyopya arasıda yaşanan sorunlardan dolayı hem Eritreli hem de Habeşistanlı Müslümanlar buraya akın etti. Kongo ve Çad’dan kaçıp gelenler yine Sudan’a sığındı. Sudan muhtelif kavimler içerdiği için de, dışardan gelen mülteci kavimlere kapılarını hep açık tutmuştur. Bunun yanı sıra dünyanın birçok ülkesinde de Sudanlılar yaşamaktadır. Mesela İngiltere’de yaşayan Sudanlı doktorların sayısı Sudan’da yaşayanlardan daha çok. Aynı şekilde yurt dışında yaşayan mühendis, öğretmen ve birçok farklı alanlarda uzmanlaşmış Sudanlıların sayısı, burada yaşayan aynı nitelikteki insanlardan çok daha fazla.
MÜSLÜMANLAR TASAVVUFU YENİDEN DÜŞÜNMELİ
Sudan’da yaşanan ayrılıkçı mücadelelerin nedeni nedir?
Sudan’da eskiden bütün halkları birbirine bağlayan bir tasavvuf ekolü vardı. Tasavvuf uzun yıllar birleştirici bir unsur olarak var oldu. Ancak zamanla İslam’ın diri ruhu yerini maddi âleme bıraktı… Bu yeni âlem zihin dünyamızdan tüm yaşantımıza sirayet etti. Maddeye verilen değer giderek arttıkça, farklı bölgelerde farklı kabileler arasındaki ilişkiler de sekteye uğramaya başladı. İdareye sahip olanların da maddeye verdikleri önemin artması, diğer kabilelerin, yönetimi ve ekonomiyi elinde bulunduran kesime olan isyanlarını körükledi. Şuanda Sudan’da yaşanan sorunların temel nedeni budur. Ayrıca Arap ülkelerine bir bakın; birçoğu aynı dili konuşmalarına, aynı etnik kökenden gelmelerine ve Müslüman olmalarına rağmen şuan tek bir güç değiller ve küçük devletçikler halindeler. Bunun nedeni de maddiyat değil midir?
Müslümanların aralarına ayrılık tohumları ekmek için ortaya çıkarılan en tehlikeli fitneler, Müslümanların sahip oldukları faklı mezhepler üzerinden ortaya atılmaktadır. Bu oyunlar son zamanlarda Şii ve Sünni Müslümanların aralarını açmak için oynanmaktadır. Ben şahsen mezhepçiliği savunmuyorum. Çünkü Efendimiz (sav)’in de bir mezhebi yoktu. Ayrıca bugün Irak’ta Şii ve Sünni Müslümanlar arasında ortaya çıkartılmak istenin fitneyi biliyoruz. Ben şahsen İslam’ı çıkarı gözetiliyorsa varım, yoksa mezhep eksenli bir şeyler yapılıyorsan o tür işlerden beriyim.
TASAVVUF RUHU MUHAFAZA EDİLMELİYDİ
Tasavvufun birleştirici unsuruna dikkat çektiniz. Bunu biraz daha açar mısınız?
Tasavvufun 17. ve 18. yüzyılda oynadığı birleştirici öğesini bir inceleyin. Bu sadece Sudan’da değil sizin topraklarınızda ve tüm İslam coğrafyasında da öyleydi. Osmanlıda birliği Nakşiler ve Kadiriler sağlıyordu. Asya’da yine Çiştişler, Nakşiler ve Kadiriler bunun öncülüğünü yapıyordu. Afrika’da sömürgeciliğe karşı direnen Mehdi ve Senusi hareketindeki ruhda da bu vardı… Lakin son asırdaki İslami hareketler tasavvufa karşı savaş açtı. Bence burada stratejik olarak büyük bir yanlışlık yapıldı. Tasavvuf’taki hurafeler ve yanlış inançlar elbette kabul edilmeyebilirdi lakin ondaki ruhu muhafaza etmeliydik…
Son asırdaki İslami hareketlerin sorunu neydi sizce?
Bu hareketlerde, İslami tedeyyün ilk başta bir hamasetle, bir coşkuyla başlıyor. Sosyal hareketlerin tümünde ilk başta hep slogancı bir söylem, hamaset ve tepkisellik vardır. Ancak bu eylemleri yönlendirmesi gereken fikri bir alt yapı mevcut değilse, bunlar kötü sonuçlar doğurabilir. Bizim dinden, sanattan, ekonomiden, siyasetten anlayacak insanlara ihtiyacımız var. Hayatın her alanında etkin olacak Müslümanlara ihtiyacımız var. Bu konuya ilişkin olarak Afganistan örneğini verebiliriz. Ruslara karşı mücadele etmiş, cihad coşkusuyla yanan insanlar Rusları kovduktan sonra “nasıl hükmedeceklerini”, “idareyi nasıl yönlendireceklerini” bilmiyorlardı. Böyle olunca birbirleriyle mücadele etmeye başladılar ve bir kaos ortamı oluştu. Aynı şey Cezayir’de de vuku buldu. Fransızlara karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesinde bir milyon şehid verdiler ve 1962’de bağımsızlıklarını kazandılar. Fakat idari noktada yeterli olmadıkları için iktidarı kaybettiler.
“TERÖRİZM” BAHANESİYLE İSLAM İLE SAVAŞILIYOR
Müslümanlara bu çağda düşen görev nedir sizce?
Batı Avrupa geçmişte İslam’la mücadele ettiği gibi farklı çıkar odakları da kendi tekellerini genişletmek için birbirleriyle savaşmışlardı. Ama şuanda bütün dünya “terörizm” adı altında İslam ile savaşmakta. Bunun öncülüğünü kim yapıyor peki? Elbetteki Amerika. ABD, Batının İslam ile olan mücadelesinde başı çekiyor. ABD batıyı bilen, batı lisanını konuşan, onların anlayabileceği şekilde İslam’ı anlatan, İslam ekonomisinden bahseden düşünürleri çok daha tehlikeli bir düşman olarak görüyor. İslam’ı şekli ibadetlere indirgeyen ve kendisiyle işbirliği içine girebilecek tarzdaki Müslümanları örnek olarak gösteren Batı, İslam toplumunda ırkın öneminin olmadığını söyleyen, İslam devlet nizamını savunan, Müslümanları düşünmeye ve mevcut statükolara karşı koymaya teşvik eden fikir adamlarını ise kendi için en büyük düşman bellemektedir.
Burada bir hatıramı zikretme istiyorum. Sudan parlamento başkanı iken ABD’ye davet edilmiştim. Amerikan kongresinde konuştum. İslam üzerine yaptığım konuşma birçok kişiyi etkiledi. Benim ABD’deki konuşmalarımdan rahatsız olan Amerikan idaresi, çok iyi karate bilen birisini beni öldürmesi için görevlendirdi. Sudan asıllı olan karateci ABD’de bir İslam vakfın toplantısında çıkarken güvenlik güçlerinin gözü önünde hem de resmi davetli olmama rağmen sert bir yumruk attı ve beni yere serdi. Birçak tekmeden sonra da beni öldü diye düşünerek bırakıp gitti. Ama Allah’a hamd olsun ben kurtuldum. Şimdi bana vize vermiyorlar, Amerika’ya girmeme izin vermiyorlar. Kendilerince beni terörist göstermeye çalışıyorlar… Onlarda çok iyi biliyor ki benim terörizmle hiçbir ilişkim yok. Tek hedefim var, o da İslam’ı savunmak.
Anlatmak istediğim şu: Tohumu ekersiniz, onun önce yeri yarıp çıkması lazım, daha sonra da üzerindeki kabuğu yarıp çıkması lazım. Birisi gelip tekmeyi basıp o küçükken ezebilir. Medeniyetler de böyledir. Topraktan çıkmaya başladığı sırada birisi gelip onu ezebilir, tekrar çıkmaya çalıştığında yeniden birisi onu ezebilir. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. İslam medeniyeti ortaya çıkarken bir tarafta Farslar vardı, bir tarafta Bizans vardı ve diğer tarafta da müşrikler vardı. Daha küçükken ezmeye çalıştılar ama İslam yeryüzüne yayıldı. Yani yeryüzünde Allah’ın bir Sünnetullahı vardır. Bugün Avrupa, Hıristiyan olduğunu söyler ama orda din yoktur bence. Bu din sadece kimliktedir, insanlar dini bildiklerinden dolayı o dine mensup olduklarını söylemezler. Bugün yeryüzünde tek bir din kalmıştır, o da İslam’dır. İslam’ı insanlığa sunmak ise sözle, kelamla olacak bir şey değildir, bunu ancak örneklikle sunabiliriz. İnsanlara tesir edebilmek için her alanda örnek teşkil edecek oluşumlara sahip olmamız gerekmektedir. Ahlâkı önceliklememiz gerekiyor. Ben İslam’ın geleceğini çok iyi görüyorum. Bu noktada Müslüman bireylere düşen en büyük vazifelerden biri 3-4 farklı lisan öğrenmektir. Özellikle Türkler, Türkçenin yanı sıra Arapça, İngilizce ve Çinceyi dahi öğrenmelidirler. Bu dilleri bilmeliyiz ki muhatap aldığımız insanlarla iletişime geçip onlara bir şeyler verebilelim. Dilini bilmediğiniz bir hastayı nasıl tedavi edebilirsiniz?
TÜRKİYE’NİN ÇOK MÜTEFEKKİRE İHTİYACI VAR
Türkiye’yi de yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Oradaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz Türklerin savaşçı bir millet olduklarını biliyoruz. Fakat bu savaşçı ruhun yerine fikir inşa edilmeli. Mesela Türkiye’de namaz kılanlar, İslami mücadele de yer alanlar çok ama kaç Müslüman mütefekkir var diye sorduğumda sayılarının çok az olduğunu öğreniyorum. Size yeni açılımlar kazandıracak, geçmişte Müslümanların yapmış oldukları hataları gösterecek, dini çok iyi bilen, İslami bir yönetimden, İslami ekonomiden bahseden çok nitelikli yazarlara ihtiyacınız var. Birkaç kişiyle bu işler olmaz. Türkiye’de böyle bir eksikliğin varolduğunu düşünüyorum. Türklerin neredeyse bütün dünyaya yayılmış olduğunu ve öz kimliklerini korumak için mücadele eden hamaset sahibi insanlar olduklarını biliyorum ama asıl önemli olan nitelikli mütefekkirlerin çok olmasıdır. Güzel insanlarınız çok ancak Arapça’nın yanı sıra batı dillerini bilen, İslami ilimlere vakıf ve dünyadaki gelişmeleri iyi bilen çok ama çok düşünürlere ihtiyacınız… Türkiye’deki Müslümanlar kanımca buna ağırlık vermeli…
ERBAKAN BATI İÇİN HEP PROBLEM OLDU
Türkiye’nin eski başbakanı Necmettin Erbakan’ı yakında tanıyan birisiniz. Kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erbakan batı için hep bir tehdit, hep bir problemdir. Neden? Çünkü Batı ne yaparsa yapsın, Müslümanların onların çarklarında erimemesi için İslam dünyasına hemen bir alternatif oluşturuyor. Küresel güçlerin dünya üzerindeki egemenliklerini ebedileştirmek için kurdukları G8’lere karşı, İslam ülkelerinin tamamını tek bir çatı altında toplayarak, dünyanın tüm sömürülen coğrafyalarındaki haksızlıklara son verecek D8’leri ortaya çıkartmıştır. Elbette batı için böylesine büyük bir tehdit teşkil eden birinin başına sorunlar gelecektir. Müslümanlara düşen ise, karşılaştıkları sorunlar ne kadar büyük olursa olsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek ve tavizsiz bir şekilde mücadelelerine devam etmektir.
Son olarak, Türkiye-Sudan ilişkileri istenilen noktada buluyor musunuz?
Geçmişte Mehmet Ali Paşa bu konuda olumsuz bir yön ihtiva ediyor. Mehmet Ali Paşa’nın Sudan diyarına getirmiş olduğu ahalinin Türklerden oluşmadığını, Fas taraflarından gelen Araplardan ve bunun dışındaki farklı kavimlerden oluştuğunu biliyoruz. Bu davranışlar Sudan halkının Mehmet Ali Paşa’ya sempatiyle bakmalarını engellemiştir. Son dönemlerde ise Türkiyeli işçi ve iş adamlarının Sudan’a geldiklerini biliyoruz. Özellikle Türkiyeli mühendislerin Sudan’daki varlığından ve Türk Şirketlerinin Nil Nehri üzerine inşa ettikleri birkaç köprüden bahsedebiliriz. Sudanlıların içlerindeki Osmanlı sevgisi, bugün ülkenin kapılarının Türk yatırımcılara sonuna kadar açılmasına sebep olmuş durumda.
Son zamanlarda Sudan hükümeti ile Çin arasında çok yakın ilişkilerin varlığından söz edebiliriz. Özellikle Batılı kurumların Sudan ekonomisinden diskalifiye edilmesi için birçok alanda Çin ile yapılmış olan anlaşmalar mevcut. Türkiye’nin de Sudan’daki yatırımlarını arttırmasından yana olduğumuzu belirtmeliyim.
İngiliz işgali döneminde Sudan’la Türkiye’nin ciddi ilişkileri yoktu. Fakat Sudan, Osmanlı döneminden süre gelen sevgi ve dostluk duygularını Türkiye’ye karşı da hep hissetmiştir. Ama İngilizler Sudan’ın Türkiye olan meylini hep engellediler. Sudan’da İslam devrimi sürecinde Türkiye ile ilişkiler oldukça donuktu, fakat iki ülkede de yaşanan bazı değişikliklerin ardından, Sudan ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkiler gittikçe ilerlemekte.
Bu yazı toplam 3800 defa okundu.