FEHMİ KORU RÖPORTAJI
20 Ağustos 2008 Çarşamba Saat 19:25
HaberX okurları için Hülya Okur'un sorularını yanıtladı:

Zaman'dan Yeni Şafak'a geçmek üzere ayrılmadım… Benim objelerim politikacılar… Bizim politika hayatımız, Karaca Ahmet mezarlığı gibidir… Bush hükümeti giderayak bir iyilik düşünüyor gibi, İran'a… Gül gibi birinin Cumhurbaşkanı olduğu ülkede gönlüm daha rahat… Akreditasyonun bizlere karşı değil, Genel Kurmay'a karşı uygulanan bir akreditasyon… Demokrasi masalı en büyük masalımız… Bir partinin kapatılması, bir insanın idam edilmesi gibi bir şeydir…

--------------------------------------------------------------------------------

"BAHREN BİR YOLCULUĞA DÜŞTÜM YİNE….DENİZİN İÇİNDEN BİR DİREK GEÇİYORDU, BELLİ Kİ TOPRAK AZİZLİĞİNİ YİNE YAPMIŞ VE SAĞLAM BİR ZEMİN OLUŞTURMUŞTU. BU DİREK, İNŞAATTA AĞIRLIKLARIN BİNDİRİLDİĞİ KERPİÇ VE TAŞ ARASINA KONULAN AĞAÇTAN FARKSIZDI SANKİ. YANİ GÖRÜYORDUM Kİ DÜNYA ÜZERİNDEKİ BÜTÜN OLAN BİTEN ONUN KALEMİNE BİNMİŞTİ. ÇATIYI AYAKTA TUTAN, GEMİNİN ORTASINDA DURAN BU DİREK, İBN-İ ABBAS’IN“GÖKLERİN EN ÖNDE GELENİ, KENDİSİNDE ARŞ OLANDIR. YERLERİN EN ÖNDE GELENİ DE BİZİM ÜZERİNDE OLDUĞUMUZ ARŞ’TIR DİYE ANLATTIĞI KÂBE’DEN ARŞ’A UZANAN NURANÎ SÜTUNA DA ADINI VERİYOR BİLİNDİĞİ ÜZERE. VE BEN ŞİMDİ BU GİBİ BİR DİREKTE DALGALANACAK "FEHMİ KORU" BAYRAĞININ İPİNİ SİZLER İÇİN ÇEKİYORUM."

HÜLYA OKUR- Yugoslavya Prizrenli kolonyacı Muzaffer bey ile Ganimet hanımın 1950 yılında dünyaya gelen oğullarısınız. Güzel kokulardan, güzel duyulara geçişinizi, çocukluğunuzu anlatabilir misiniz?

“ERTUĞRUL ÖZKÖK’LE AYNI MAHALLEDE DOĞDUK”

FEHMİ KORU- Çocukluk çok geride kaldı. Hatırladığım şeyler; Ben İzmir’in Ali Rıfatpaşa denilen semtinde doğdum. Orası biraz cosmopolite sayılabilecek bir muhitti.1950’li yıllarda İlkokulu okuyan bir çocuk olarak benim sınıfımda Musevi arkadaşım da vardı. Sonradan öğrendim ki, Ertuğrul Özkök’te bizim oturduğumuz mahalleye ve okula çok da uzak olmayan bir yerde doğmuş veya yaşamış. İlkokul döneminde arkadaşlarımızla birlikte tırmandığımız tepeler vardı. Uçurduğumuz uçurtmalar oldu. Futbol merakı şimdikinden daha yaygındı. Çünkü bizler televizyon öncesi bir nesiliz. Çocuklar şimdi daha çok ev içerisinde vakit geçiriyorlar. Şimdilerde karşıdan karşıya geçmek, trafik yüzünden imkansızken biz çift kale maç yapardık. Çünkü mahallenin oralardan geçebilecek araç sayısı olabildiğince çok azdı. Bir sat arayla geçen belediye otobüslerinin şoförlerini tanırdık ve onlara emanet edilirdik. Öyle bir çocuktuk. Ne çok haşarı, ne çok eve kapalı…Ben kendimi bildim bileli, okumayı öğrendiğimden beri okuyan bir çocuk oldum. Günün önemli bir bölümü diğer arkadaşlarla oyun oynayarak geçse de günde birkaç saati de okuyarak geçirdiğimi hatırlıyorum.

HÜLYA OKUR- Kemal Reis, İmam hatip, İzmir Yüksek İslam Enstitüsü ve Harvard üniversitesi diye süren tahsil sürecinin okuduklarınızı yazmaya doğru uzayabileceğini anlamış mıydınız?

“YAPTIĞIM İŞ, SÜPRİZ DEĞİL”

FEHMİ KORU- Anlayabildim çünkü hayatımı çok küçük yaşlardan itibaren okuma ve yazma üzerine kurmaya karar vermiştim. Dolayısıyla da ilerideki yazı hayatıma yarayabilecek hazırlıklar yapmaya gayret ettim. Okumalarım, tahsilim ve dil öğrenmem de ona yöneliktir. Benim şu an yaptığım iş, kendi açımdan fazla sürpriz değil.

HÜLYA OKUR- Hayatınızdaki sürpriz olmayacak bir başka gelişmede…1980’de Kimya Mühendisi olan Nebahat hanımla dünya evine girmenizdir. Nebahat hanımın bir araştırması için gittiğiniz Amerika’da kendinizi bir kez daha keşfettiniz. Eşinizle evinizin eşiği haricinde hangi eşiklerden geçtiniz?

“HAYATIMIZ HEM DOLAMBAÇLI HEM DÜZ SAYILABİLİR.”

FEHMİ KORU- Hayatımız hem dolambaçlı hem düz sayılabilir. Dolambaçlı tarafı, o zaman Ege Üniversitesi mühendislik fakültesinde öğretim üyesiydi. Doktorasını yapmıştı. Doktora sonrası Massachusetts Institute of Technology’den davet almıştı. Onun peşine takılarak ben de gittim Amerika’ya. Orada iki yıl kaldık. Ben o iki yıl içinde hem eşimin görev yaptığı uluslar arası araştırmalar merkezinde araştırmacı olarak çalıştım hem de eş zamanlı olarak Harward üniversitesinde master yaptım. Orada yeni çıkmakta olan bir gazeteye Boston, Amerika mektupları göndermeye başladım. Diziler yazdım gönderdim. İlk çocuğum orda doğmuş oldu(Mehmet). İki yıl sonra onunla birlikte döndük.

HÜLYA OKUR- Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde 74-78 yılları arasında başörtülü olarak işe alındıktan sonra 12 Eylül’den sonraki kıyafet yönetmeliğine takılan eşiniz Kimyager Dr. Nebahat Koru, Başörtüsü yüzünden okulundan uzaklaştırılan ilk öğretim görevlisi. Bu deprem sizin arama kurtarma çalışmalarına gönüllü olarak katılmanızı ne kadar sağladı?

“EŞİME” ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARINA AYKIRI OLDUĞU İÇİN ÜNİVERSİTEDE DERS VERMESİ SAKINCALIDIR”DENDİ”

FEHMİ KORU- Cümle halinde bana sorduğunuz zaman çok basit bir süreçmiş gibi geliyor ama bizim açımızdan gerçekten 7.4 denilebilecek kadar çok şiddetli bir depremdi. Söylediğiniz gibi, eşim 74 yılından 78 yılına kadar başörtülü olarak üniversitede bulunabilmişti hatta başörtülü öğrenci olduğu hocaları tarafından da bilindiği halde açılan asistanlık sınavında çok başarılı olduğu için onu üniversite öğretim üyesi elamanı olarak alan yine aynı hocalardı. O dönemde Ege üniversitesi mühendislik bilimi dekanı olan kişi, kendisi gibi kimya mühendisliği dalında eğitim almış olan bir doçentti. Buna rağmen Amerika’dan döndüğümüz 1982 yılında başörtüsü sorun haline dönüşmüştü Türkiye’de ve o sorunun bir parçası olarak eşimin üniversite ile ilişkileri sorunlu hale geldi. İki yıla yakın bir soruşturma ve cezalandırma süreci yaşanıyor. Önce uyarı, sonra kınama ve maaştan kesme cezasına siz itiraz ediyorsunuz, reddediliyor. Üniversite ile ilişki 1984 yılında kesildi. 12 Eylül’den sonra demokrasinin tam sağlamadığı koşullarda, idare mahkemesi darbenin etkisi altındaydı. Her ne kadar üniversitede eğitim vermesine bir mani olarak sayılmasa bile kıyafeti “Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı olduğu için üniversitede ders vermesi sakıncalıdır” diye bir mahkeme kararıyla üniversite ile ilişkisi kesilen bir insan olarak özel sektörde fabrikalarda yönetici olarak çalıştı ve emekli oldu.

HÜLYA OKUR- Sizin ilişkinizi kesme noktasında bulunduğunuz Zaman’a gelelim…1998’de 12 yıllık Zaman Gazetesi Başyazarlığından; ‘‘Yollarımızı ayırmanın zamanı gelmişti. Kararımın iki tarafın da yararına olacağına inanıyorum’’ diyerek ayrılmıştınız. Bu gazetede eskiyeceğine inandığınız kimliğin cildini yapmak neden başka gazetelere kısmet oldu?

“ZAMAN’DAN YENİ ŞAFAK’A GEÇMEK ÜZERE AYRILMADIM”

FEHMİ KORU- Benim kendime özel, başkalarına hiç tavsiye etmeyeceğim karakterimin unsurlar var. Bunlardan bir tanesi bulunduğum yerde hüsnü kabul görmeyi bekleyen, hüsnü kabul olmadığına inandığı noktada da fazla rahat durmayan bir insanım. Sadece özel hayatta değil, sosyal hayatta da, dostluklarımda da bulunduğum her yer buna müsait olduğu sürece önem taşır. O dönemde Zaman gazetesinden daha fazla yapabileceğim bir şey olmadığı için ayrıldım. Ama Zaman’dan Yeni Şafak’a geçmek üzere ayrılmadım. Zaman’dan ayrıldım ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. O ara dönemde çeşitli yayın kuruluşlarından ‘gel bizde yaz’ diye teklifler geldi. O dönemde henüz bugünkü kadar ismi duyulmuş ve çok satan bir gazete değildi, Yeni Şafak. Hatta ayakta kalacağı konusunda bile kuşkuları olan bir gazeteydi. Çünkü bir defa kendisi kendisini kapatmıştı Yeni Şafak. Ama ben bir potansiyel gördüğüm için gazeteye geçmekte fazla tereddüt etmedim. Yanlış bir şey yapmadığımı da bugünden geriye doğru baktığımda, Yeni Şafak’la serüvenimi göz önünde tuttuğum zaman daha iyi anlıyorum. Ama tabi Zaman’da kendi yoluna devam etti. Bensiz bir problem çıkacağını zaten düşünmüyordum. Bugün Türkiye’nin en çok satan gazetesi oldu.

HÜLYA OKUR- 1987’de Zaman’ın yayın yönetmen iken ‘‘diary column’’ yani günlük sütun olarak bir haberleşme köşesi oluşturmayı tasavvur ettiniz. Ve Taha Kıvanç ismi ortaya çıktı. Emre Kongar sizin bu durumunuzla ilgili, “Birikimli ama takma isimle yazı yazması, bazı sorunları olduğunu gösteriyor”demişti. Bu Müstear Fatih Sultan Mehmet’in Avni, Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi mahlaslarıyla şiirler kalem almaları kadar iyi niyetle mi doğdu?

“TAHA KIVANÇ’IN BEN OLDUĞU HEP BİLİNDİ VE HİÇ BİR ZAMAN İNKAR ETMEDİM”

FEHMİ KORU- Çok daha basit bir niyetle ortaya çıktı. Tabi Osmanlı döneminde şiirleri takma isimlerle yazma adeti vardı. Mesela Fuzuli de bir takma isimdir. Karacaoğlan da öyle. Bizimki onunla ilgili değil. Türk basınında müstear isim, ilk benimle başlamış değil. Bildiğim kadarıyla Aziz Nesin’in 50’ye yakın takma adını hatırlıyorum. Necip Fazıl’ın “Eski Diplomat’tan, “Adı Değmez’e kadar ona yakın başka adlarla yazması söz konusu. Nazım Hikmet’in, Orhan Selim bir tanesi olmak üzere birkaç tane mahlası vardır. Peyami Safa’nın “Server Bedi” diye takma ismi vardı. Dolayısıyla herkesin bildiği bir gelenek bu. Bana geldiği zaman bu sanki çok ayıp bir şeymiş gibi sunulmak isteniyor. İki sebepten doğru bu durum. Bir; ben o gazetenin baş yazarıyım, dolayısıyla ikinci bir sütun yine aynı isimle olursa ve bu çok farklı bir sütun olursa okur yadırgar diye düşündüğüm için, ikincisi de o sütunu anonim tutma ihtiyacı duyduğum için. Yani ben gazetenin hem baş yazarıyım, hem birinci sayfaya girecek haberleri kotarıyorum, hem iç sayfaların ahenginden sorumluyum, her gün manşet atıyorum gazeteye ve bir sonraki günü de aynı gün düşünmek zorundayım. Bu kadar yıl, o iş yükü altında olan bir insanın bir de ikinci bir sütun daha her gün yazmasının mümkün olamayacağını düşündüğüm için doğdu. Kulis başlığı altında sade olayların perde arkasını değil, aynı zamanda okuduklarını, düşündüklerini, hiddetlerini,sevdiklerini, gördüğü filmleri, seyrettiği piyeslerini konu alan bu yazı, Türk basınında 40 ambar genişliğinde bir ilgin tek bir kişide toplanması beklenmediği için pek yapılan bir şey değildi. Amerikan- İngiliz basınında var olan bir gazetecilik. Onu bizim gazeteye aktarmak için aklıma benim başlatacağım, örnek için birkaç yazısını yazacağım ama sonra başkalarının katkıda bulanacağı için müstear isme ihtiyacı olan bir sütun olarak düşünülmüştü. Ama ilk yazıdan itibaren benim omzumda kaldı. Hiç kimse bir katkıda bulunmadı. O gün bugündür Taha Kıvanç’ı da ben sürüklüyorum. Ama Emre Kongar benzerlerinin zannettiği gibi o sütundaki yazdıklarımın benim tarafımdan yazıldığının bilinmesinden çekindiğimden değil. Hep bilindi ve bende hiçbir zaman inkar etmedim zaten.

HÜLYA OKUR- Fatih Altaylı’nın köşesinde, ne zaman adam oluruz’un cevabı olarak “Demirel Ailesi'nin avukatlığı Fehmi Koru'ya kalmadığı zaman. “demişti. Sizin hükümet ve Ak Parti arasında kurulan bağlantıyı düzeltme uğraşınıza tanığız. Peki sizden neden taraf olmanız isteniyor?

“BENİM OBJELERİM POLİTİKACILAR”

FEHMİ KORU- Hiç kimse benden taraf olmamı istemiyor, ben de taraf değilim. Hükümetle, siyasi iktidarla gazetecilerin arası belli bir düzeyse olması zaten beklenir. Ben siyaset yazıyorum her gün. Benim objelerim politikacılar. Bu bakımdan geçmişte ne kadar çok politikacı tanırsak, o kadar çok adam yerine konulurduk bu meslekte. Ama sadece son yıllarda bunun tersine algılanmaya başlandığını görüyorum. Arkadaşlarımız, politikacı tanımak için çaba gösteriyorlar ama politikacıları tanıdıkları düşündükleri insanları da bu ayıp bir şeymiş gibi yaftalamaya çalışıyorlar. Bence gazeteciler açısından doğru olmayan ilişki tarzı, politikacılarla içli dışlı olmak, onların yaptıklarına bir biçimde ortak olmak yada kendi yazılarını onlardan etkilenerek yazmaktır. Ben hiçbir zaman ne politikacıların işine karıştım, ne de yazdıklarıma en yakınım bile olsa bir politikacının karışmasına müsaade ettim. Bir siyasi kadroya yakın olup da, kendisini o kadronun uzağında tutmaya çalışmış başka bir örnek olduğunu da zannetmiyorum. Yaptığım işin de sorumluluğundayım. AK Parti’de çok yakın dostlarım olduğu için ilk günden beklenti doğdu. Onlar iktidar oldu, bu da gazeteci olarak onların iktidarından yararlanacak diye ama ben hiçbir zaman bu yakınlığı herhangi bir mesleki tavrımı etkileyecek şekilde ne kullandım, ne kullandırttım.

HÜLYA OKUR- Ben bu kaideye bir örnek de gösteriyim….1994-95 yıllarında ‘‘Çiller bir zamanlar, 'ağızları çorba kokuyor' diyerek küçümsediği söylenen DYP'nin gerçek tabanına dayanarak politika yaptı. Paylaştığımız sofra deneyimine bakarak kaydedeyim: Çiller de çorba içiyor...’’ şeklinde bir ifadeniz olmuştu. Geldiği yeri unutan siyasetçiler tanıyor musunuz?

“BİZİM POLİTİKA HAYATIMIZ, KARACA AHMET MEZARLIĞI GİBİDİR.”

FEHMİ KORU- Bu çorba meselesi sakız haline getirilince “Ben kimseye öyle bir söz söylemedim” diye o sözünü inkar etti. Bizde ona saygı duyuyoruz. Tansu Çiller de ağzı çorba kokanlara karşı çıkmayan politikacılarımızdan diye düşünüyoruz. Politikacılarımız toplumla irtibatı sürekli olan bir kesimdir. İster istemez böyle. Çünkü eğer o irtibatı koparırlarsa yapılacak ilk seçimde o halk onları bulundukları yerden götürüyor. Yakın siyasi tarihimize baktığımızda, siyasi kimliği olan, hükümetler içinde yer almış pek çok politikacının eğer halkla irtibatını koparmışsa, başına siyaseten çok büyük dertler açtığını görüyoruz. Bunlar kim? Bilinen isimler. Başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanlığına heveslenmiş olan bir çok ya politikanın dışındadır ya politikanın içerisindeyse bile isimleri pek telaffuz edilebilecek kadar önemlerini koruyamamaktadır. Bizim politika hayatımız, Karaca Ahmet mezarlığı gibidir. Çok genç ölülerimiz var. Henüz daha ölmedikleri halde siyaseten ölmüş durumdalar. Bence yakın tarihimiz bugünün politikacıları bakımından bir ders konusu sayılabilir. Neyi yanlış yaptıklarına bakarlarsa hangi konuda daha dikkatli olmaları gerektiğini de anlarlar

. HÜLYA OKUR- ‘‘Yenilikçi siyaset, yeni kadro’’ başlıklı yazınızda, yenilikçilerin eski simalardan ibaret kalması durumunda, ‘‘şartların önlerine koyduğu fırsatı ıskalayabileceklerini’’ vurgulamıştınız. Buna göre milli görüş de adına yaraşır bir istikamette ilerliyor mu?

“MİLLİ GÖRÜŞ DE BİR ÇİZGİDİR, BİR YOLDUR, TÜRK SİYASETİNE KATKILARI OLMUŞTUR.”

FEHMİ KORU- Mili görüş, Saadet Partisinde temsil edilen zihniyet…Onlar zaten kendileri için en doğru olduklarına inandıkları yolu, başka şeyler ekulak vermeksizin devam ettiriyorlar. Kendi içlerinden çıkan genç kadro, milli görüşle irtibatlarını kopararak farklı bir yol tuttular. Milli Görüş de bir çizgidir, bir yoldur, onun da elbette çok değerli Türk siyasetine katkıları oldu ama bugünün siyaseti çok daha farklı bir kulvarda devam ediyor.

HÜLYA OKUR- Her dönem siyasetinin içinde en çok tartışma konusu olan şey de terör….Öcalan ile ilgili, “İnsanın en muteberi kendisini intikam hislerinden kurtarandır. İdam o kadar insanın kanını karşılayacak mı? Daha doğru olan, mücrimi yaşatarak yaptığına pişman etmek değil midir?”demiştiniz. Sizce nedametten gittikçe uzaklaşan bir örgütün ellerinde miyiz?

“PKK VEYA TÜRKİYE’NİN KARŞI KARŞIYA OLDUĞU SORUN ASLINDA BİR BAŞKA ŞEYİ DE DIŞARIYA VURDU, O DA DEMOKRATİK NOKTADA EKSİKLİĞİMİZDİR.”

FEHMİ KORU- PKK meselesi Türkiye için sadece terörden ibaret değil. Terör, 30 binden fazla insanın canını aldı ve bizde onlar için yas tutuyoruz. PKK veya Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorun aslında bir başka şeyi de dışarıya vurdu, o da demokratik noktada eksikliğimizdir. Birlik, beraberlik dediğimiz gönlümüzde olan şeyle varolan gerçekler arasında pek fark görmüyoruz. Halbuki zaman o ikisinin arasını açabilir. Yani gönlümüzde olan, olanı tam yansıtmayabilir. O zaman ne yapacaksınız? Siz hala temenni ettiğiniz şekilde görmeye devam ederseniz, olan sizi kıskaca alır ve nitekim PKK olayı bizi kendi kendimizle yüzleşmeye sevk etti. Ve reelle, kalbimizdeki arasındaki farkta, biz kalbimizden yana düzeltemeyeceğimizi yeni yeni anladık. Bu da dünyayı yeniden gözlemlememizi ve yeni değerler getirmemizi söylüyor. Bu da demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, insanların insan oluşunun tanınmasıdır, kimliklerinin bilinmesidir, insan kendisini nasıl tanımlıyorsa, odur. Bu bakımdan o gönlümüzde olanla reel olanın farkının giderek ortadan kaldırılması ve idam konusunda fikirlerimi öyle ifade etmiştim.

HÜLYA OKUR- Kimliklerinin bilinmesi dediniz de…Size‘‘Komplo teorileri yazıyorsun!’’ diyen Özal’a, Mesut Yılmaz'ın liderliğe talip olacağını, bunun da Özal döneminin sonu olacağını yazmış ve bu konudaki haklılığınıza Özal’ı inandırmıştınız. Özal’ın yanında görmek istediği bir gazeteci olmanızı neye bağlıyorsunuz?

“TURGUT ÖZAL BANA; YAZDIKLARIMIN YANLIŞ OLDUĞUNU, KOMPLOLAR YAZDIĞIMI SÖYLEDİ”

FEHMİ KORU- Ben Turgut Özal’ı İzmir’e gelip, 1977 yılında Mili Selamet Partisine aday olduğu zaman tanıdım. Sonra ben Ankara’ya 84 sonrasında gazeteci olarak geldiğimde de Turgut beyle ilişkimiz devam etti. Geçmişe dayandığı için, samimi, birbirini anlayan iki insanın ilişkisi tarzında gelişti. O anlattığınız olay bence çok önemlidir. Çünkü Turgut bey bir ara halkla ilişki koparma kıyısında dolaşmaya başlamıştı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisini, Çankaya Köşkünden yönetmek isteyebileceğini düşündü. Ve o arada hatalar yapmaya başladı. Bu hataların en önemlisi de, kendisinin Başbakanlık koltuğuna oturttuğu Akbulut’un o koltuktan gitmesini sağlayacak gelişmeleri kendisinin teşvik etmesidir. Mesut Yılmaz’ın partisinin ANAP’ın başına gelmesiyle sonuçlanan o süreçte kendi eşi ve çocuklarını siyasetin içine soktu, İstanbul il başkanı yaptı eşini. Bunlar büyük yanılgılardı. Ben bunları gözleyen bir gazeteci olarak, bunun sonucunun partisinin Başbakanı yapmakla sonuçlanacağını öngördüm. Ama bunun da Turgut Özal’ın izinin partiden ve Türkiye’den silinmesine yol açacak bir gelişme olacağını da öngördüm. Turgut bey bu yazının çıktığı gün beni hep gece vakti aradığı bilinse de gündüz vakti aradı. Ve bana bu yazdıklarımın yanlış olduğunu, benim komplolar yazdığımı, böyle bir komplonun söz konusu olmadığını söyledi. Sonra olaylar beklenen istikamette gelişti. Mesut Yılmaz’ı, Turgut beyin ailesi ANAP’ın başına getirdi, başbakan oldu ve ardından da Özal’ın sadece izini değil, resimlerini bile havaalanlarından indirecek gelişmeler yaşanmaya başladı. Ve bunların müsebbibi olarak da Turgut beyin başlatmış olduğu o süreç olduğu iyice ortaya çıktı. Vefatından çok kısa bir süre önce kendisinin moderetör olarak katıldığı bir panelde ben karşısında izleyiciydim. Mola verildiğinde, bana ‘gel gel’diye işaret yaptı. Aradan 2 yıl geçmiş o konuyu konuşmamızın üzerinden…Biz arada seyahatlerde, Çankaya köşkündeki etkinliklerinde, özel sohbetlerde beraber olmuşuz, hiç bu konunun kapağı açılmamışken, demek ki kafasında takılı kalmış o…O toplantıda yanına beni çağırdığı zaman ilk söylediği :”Hani hatırlıyor musun, ben sana telefonda şunu şunu söylemiştim? Sen haklıymışsın” dedi. Böylece bir kaç yıl önce yazdığım yazıda ileri sürdüğüm tez, o zaman ona komplocu bir yaklaşım gibi görünse de, doğrulandığını itiraf etmişti.

HÜLYA OKUR- Birgün gazetesinden Reha Mağden, Turgut Özal’ın 1992’de röportaj yaparken, teybi kapattırarak, “Hani zihnini çalıştır diye söylüyorum; yoksa öneri değil; meselâ Türkiye'nin ismi, ‘Anadolu Cumhuriyeti’ olsaydı, bugün yaşadığımız sorunlar olur muydu?”dediğinin haberini yazmıştı. Sizce bu Türklük, Kürtlük kavgası için bir çare olabilir miydi?

“ÖZAL’IN ANADOLU CUMHURİYETİ KURULSAYDI DİYE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ BİLİYORUZ”

FEHMİ KORU- Özal o arkadaşımız için teyp kapattırarak söylediğini, benim kendisiyle yaptığım ve zaman gazetesinde manşet olarak yayınlanmış röportajda açıkça söylenmişti. Nice zamandır zihninde dolaşan bir şeydi o. Yani nasıl Osmanlı hanedanı, hiçbir etnik grupla ilişkisi olmayarak kurulmuş ve devlete dönüşmüşse benzer bir olay, Cumhuriyet döneminde de olsaydı, mesela Anadolu Cumhuriyeti kurulsaydı, doğrudan bir ırkla bağlantı kurulmadan bu iş yapılacak olsaydı, yine bu sorunlar yaşanır mı diye düşündüğünü biliyoruz. Belki Türkiye’nin Türklükle irtibatlandırılması sorunu tartışılmazdı ama bugünküne yakın tartışmalar yine olurdu. Neticede bir devletin adıyla çok fazla yürümüyor bu tartışmalar. Çağdaş devletin nasıl olacağı, onun tanımıyla ilgili bir şey. İspanyollar da tek bir ırka mal edilmeyecek bir isme sahipler. Ama onlarda da bu etnik kimlik ön plana çıkarak tartışıldı ve sonunda çözümü beraberce buldular. İngilizler, İngiltere’nin adını, bizler İngiltere desek bile kendilerinden Brıtısh, Britanyalı diye söz ediyorlar, tek bir ırka mal etmemek için. Ama buna rağmen orada Katolik İrlandalılarla, İngilizler arasında ciddi sorunlar yaşandı, yaşanıyor. Bu olayların devlet ismiyle bir parça ilgisi olsa bile tartışmanın esası, temeli çok daha farklı yerden kaynaklanıyor, bu tartışmaları aynı yoğunlukta yaşardık.

HÜLYA OKUR- Bir yazınızda İngiltere'nin IRA teröründen kurtulma sürecinde, Blair’in IRA'nın finans desteği aldığı güçlü bir İrlandalı lobisi bulunan ABD'yi ve İrlanda Cumhuriyeti'ni müttefiki haline dönüştürmesinin ve teröristlerle doğrudan görüşmek yerine kendisine siyasi bir muhatap bulmasının altını çiziyorsunuz. Türkiye terörde neden bu kadar keskin ve kıvrak değil?

“BİZ HEP ASKERİ BAŞARILARA KENDİMİZİ AYARLAMIŞ GİBİ GÖRÜNÜYORUZ.”

FEHMİ KORU- Bence öğreniyoruz. Biz hep askeri başarılara kendimizi ayarlamış gibi görünüyoruz. Etnik terörün başını silahla ezerek yok edebileceğimizi düşünüyoruz. Onu üreten ortamı ortadan kaldırmak gereği çok fazla zihnimizde yer almıyor. Şimdi öğrendik bunu. Bunun için neler yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Tabi terör örgütünü muhatap almak diye bir şey söz konusu olmaz ama terörü ortadan kaldıracak şekilde, orada yaşayan insanların temsilcilerini muhatap almak her zaman söz konusudur. İngiltere’de nitekim İRA’yı muhatap almadı. Ama mecliste de temsilcileri olan partinin benzerini muhatap olarak aldı. Türkiye’de teröre son verilmek isteniyorsa bunun düzgün bir muhatap bulunarak ve konuşarak yapılacağını düşünüyorum.

HÜLYA OKUR- “CIA raporu “İran 2003 yılından beri nükleer silâh peşinde koşmaktan vazgeçti” diye yazsın, Washington, İran'ın nükleer silâhlara sahip olmayı hedeflediğinden emin.” diyorsunuz. Peki bu silahlanmanın ucu bucağı ne sizce?

“BUSH HÜKÜMETİ GİDERAYAK BİR İYİLİK DÜŞÜNÜYOR GİBİ, İRAN’A.”

FEHMİ KORU- İran-Amerika itilafının daha önce yakın geçmişte yaşanan itilafına benzer tarafları var. Ben ona paralellik kurmaya çalışıyordum. Irak’ta kitle imha silahları var diyerek bir savaş başlattı Amerika. Ama savaştan sonra biz gördük ki Irak’ta kitle imha silahları yokmuş. Ama savaş var ve sonuçta alıyor. Biz sadece kaç bin Amerikan askerin öldüğü ile dünyayı meşgul ediyoruz. Ama bir hesaba göre 800 bin’e yakın Irak’lı hayatını kaybetti savaşta ve sonrasında. 4 milyona yakın Irak vatandaşı ülkelerinin dışına göçmek zorunda kaldı. Bunların hesabını yapan yok. Şimdi dikkatler İran’a Amerika tarafından çevriliyor ve Bush hükümeti giderayak bir iyilik düşünüyor gibi, İran’a. Peki gerekçesi ne olacak saldırısının? Gerekçe, ‘İran’ın nükleer silah yapma niyeti’ Bunun için neye dayanacağız? Yine burada nükleer silah olduğuna dair bir iddiayla karşı karşıyayız. Amerika’ya mı inanacağız, İran’a mı? Bunu ben bir soru halinde sormak ihtiyacını duyuyorum.

HÜLYA OKUR- Abdullah Gül ile 1976-1978 yılları arasında siz ve Şükrü Karatepe Milli Kültür Vakfı bursuyla, İngiltere'ye gönderildiniz…35 yıl öncesinde İslamcı derneğin üyesi olan Abdullah Gül ve siz Londra'da birlikte öğrencilik yaptınız. Bugünkü kardeş görüntülerinin en eski fotoğraf karesi bu mu?

“BENİM ÇOCUKLARIM ABDULLAH GÜL’ÜN İLGİ ALANINDADIR, ONUNKİLER DE BENİM”

FEHMİ KORU- Bir defa İslamcı bir örgütün üyesi değildik biz. Milli Türk Talebe Birliğinin üyesiydik. Milli Türk Talebe Birliği de isminin çok açık bir şekilde çağrıştırdığı gibi Müslüman kimliğine vurgu yapsa bile milliyetçi bir örgüttü. Benim Abdullah Gül ile yakın dostluğum, 1969’da Milli Türk Talebe Birliği’nin ikimizde değişik sorumluluklarını üstlendiğimiz dönemde başlamıştır. Ben 1977’de İngiltere’ye gittiğimde beni havaalanında karşılayan Abdullah Gül’dü. 1978’in Ağustos ayında Türkiye’ye aynı uçakta beraber döndük. İngiltere’deki birlikteliğimizin önemli bir bölümü de aynı evde kaldık. Baktığımız zaman öğrenci örgütünde başlayan yol arkadaşlığımızın aldığı değişik bir biçimdir, İngiltere yılları. Sonra hayatlarımız farklı kulvarlarda gelişti ama her zaman yakın olmayı sürdürdük. Benim çocuklarım onun ilgisi alanındadır, onun çocukları ile ben ilgilenirim. Aile olarak görüşürüz. Birimizin gazeteci, ötekinin Cumhurbaşkanı olması hem kişisel dostluğumuzu, hem ailevi birlikteliğimizi etkilemedi. Sadece yoğunluklarımız sebebiyle eskisi kadar sık görüşemiyoruz.

HÜLYA OKUR- Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı münazarasındaki ifadeniz, “Biz bu maçı alcaz” idi. Peki bu maçta kazanmış olması, hala doping kontrolü yapılması gerekliliğini ortadan kaldırır mı?

“ABDULLAH GÜL GİBİ BİRİNİN CUMHURBAŞKANI OLDUĞU ÜLKEDE GÖNLÜM DAHA RAHAT”

FEHMİ KORU- Dopingli bir olay değildi, tam tersine halkın istediği bir sonuçtu, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı. Bugün halk oyuna sunulsa, Abdullah Gül yeniden aday olsa, Abdullah Gül en ciddi rakipleri karşısında bile başarılı olabilecek kişidir. Doğru olan budur ve millet de bundan memnundur sanıyorum. Ben şahsen yakın dostum olmasa, kendisini tanımamış olsam bile Abdullah Gül gibi birinin Cumhurbaşkanı olduğu ülkede daha gönlüm rahat olarak yaşabileceğimi zannediyorum.

HÜLYA OKUR- Ama yargılandığı yerdeki insanlar da öyle mi düşünüyor acaba?Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç, kuruluş yıl dönümünde Cumhurbaşkanı Gül’e “Sizi aramızda görmekten mutlu olduk; kuruluş yıldönümümüze katılmakla onur verdiniz” dedi ama yargılana yargılana bu kervanda ağırlanması tuhaf değil mi?

“ANAYASA MAHKEMESİNİN, BAŞSAVCININ TALEBİNİ NORMAL KARŞILAMASINI TUHAF BULUYORUM”

FEHMİ KORU- Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, bir davaya taraf olarak görülmesini yanlış buluyorum. Neticede sadece milletvekillerinin Anayasadaki sorumlulukları dokunulmazlığın Cumhurbaşkanına tanınmamış olacağı düşünülmediği için Anayasa’da özel olarak belirtilmemiş. Yoksa Cumhurbaşkanları, dünyanın her tarafında hem siyaset üstüdürler, hem sorumsuzdurlar hem de dokunulmazdırlar. Ama Anayasa Mahkemesi Abdullah Gül’ün siyasi yasaklı bulunmasını isteyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının talebini normal karşıladı ve onunla ilgili davaya bakmaya karar verdi. Ben bunu tuhaf karşılıyorum. Haşim Kılıç, Cumhurbaşkanın yargılanması konusunda olumsuz oy kullanan Anayasa Mahkemesi üyelerinden. Dolayısıyla o sözleri söylerken samimiydi bence. Ama Türkiye’yi başka ülkeler karşısında garip duruma düşüren durum, varlığı o kuruma onur verecek bir kişinin, o kurum tarafından yargılanma ihtiyacı duyulmasıdır. Bu çok garip bir şey.

HÜLYA OKUR- Gariplikleri öyle dile getiriyorsunuz ki bunlar ödül bile alıyor…‘‘Masal Masal Matitas’’ başlıklı yazınız yılın köşe yazısı seçilmişti. "Büyüklerimiz her şeyi bizden iyi bilir" "Başkalarının başına gelen bizim başımıza gelmez", "Kendi düşen ağlamaz..."konulu masallarını işlediğiniz bir yazı.Şu anda hangi masalla uyutulduğumuzu söyleyebilirsiniz?

“DEMOKRASİ MASALI EN BÜYÜK MASALIMIZ.”

FEHMİ KORU- Demokrasi masalı en büyük masalımız. Ben şahsen yıpratıcı bir mesleği sürdürürken, bunun son noktasında bu mesleğe veda etmem gerektiğinde, hiç değilse arkamızda bizim yaşadıklarımızın tekrarlanmayacağı bir ülke hedefinin gerçekleştiğini umarak bu mesleği sürdürüyorum. Ben 1950 doğumluyum ve bütün askeri müdahaleleri yaşadım. İlkokulda mezun olduğum yıl 60 ihtilali, 28 Şubat, 27 Nisan 2007’yi yaşadım. Bu durumda tek umudum var, benim yaşadıklarımın çocuklarım tarafından yaşanmaması. Ben böyle bir umuda sahiptim. Ama bu Anayasa Mahkemesinde, Yargıtay Cumhuriyeti Başsavcısının başvurusuyla başlayan süreç o umudumu ortadan kaldırdı. Bu bakımdan bizim en büyük masalımızın demokrasi olduğundan hiç kuşkum yok. Ama bunu nasıl atlatacağız? İnşallah iyi atlatırız. İnşallah bu son müdahale olur. Bundan sonra sisteme sistem dışı müdahalelerin olmadığı bir Türkiye umudunu, meslekte son noktalara yaklaşmış insan ve çoluk çocuğumuz açısından duyalım.

HÜLYA OKUR- Darbeler dedik de….Akredite gazetecilik kavramı kapsamında hükümet gibi Genel Kurmayın da olması da gerekmez mi? Genel Kurmay, yerinde tespit, değerlendirme yada gözlem için sizi kendi aralarına dahil etti mi?

“BEN AKREDİTASYONUN BİZLERE KARŞI DEĞİL, GENEL KURMAY’A KARŞI UYGULANAN BİR AKREDİTASYON OLDUĞU KANAATİNDEYİM”

FEHMİ KORU- Bu soru çok yerinde de. Sanki hiçbir zaman böyle bir ilişki olmamış gibi de anlaşılmasını istemem. Ben 28 Şubat sonrasıyla öncesini birbirinden ayırmak lazım. Ara sıra eski yazılarıma göz atıyorum ben. Daha doğrusu bir şey ararken karşıma eski yazılarım çıkıyor. Baktığım zaman, Genel Kurmay’ın düzenlediği yada Genel Kurmay Başkanı ya da Kuvvet Komutanlarının katıldığı pek çok etkinlik ve törenlere katıldığımı görüyorum. Mili Güvenlik genel sekreterliği yeni bir bina yapmıştı. Bunun açılış töreni çok görkemli olmuştu. Ona özellikle çağrıldığımı, en öne oturtulduğumu, sunulan brifingi en önden izlediğimi aklımdan çıkartamıyorum. Genel Kurmay Başkanlığının kapısından defalarca geçtiğimi biliyorum. Gazi ordu evinde verilen çok özel, dar kapsamlı davetlere davet edildiğimi hatırlıyorum, gazeteci olarak. Sonra birden bire bir duvar çıktı karşımıza. O da kendini akreditasyon olarak belli etti. Önce Zaman gazetesinde yaşandı bu. Bunun sebebi nedir diye araştırdığımızda, askerlerle ilgili yaptığımız yayınlar sebebiyle suç duyurusunda bulunmuşlar, bu sbeep olarak gösterdi. Halbuki ben gazetenin Ankara temsilcisiyim o dönemde. Böyle bir suç duyurusunu bilebilecek durumdaydım. Böyle bir şey yoktu. Nitekim ısrarla istenip gelen dosyaların arasında bir tane bile Zaman gazetesinden örnek yoktu. Başka gazetelerde çıkan haberleri bir dosya yapmışlar, üzerine ‘Zaman gazetesi’ yazmışlar. Ama o gün bugündür Zaman da, Yeni Şafak’ta akreditasyonsuz gazeteler arasında sayılıyorlar. Ben de Genel Kurmay’ın etkinliklerine çağrılmıyorum. Garip bir şeydir. Geçen yılın Mayıs ayında, ben Amerika’da bir düşünce kuruluşunda, Türkiye ile ilgili yapılmakta olan bir panele davet edildim. Eş zamanlı olarak Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ta Washington’daydı. O akşam, Türkiye Büyükelçiliğinde orgeneral Büyükanıt onuruna bir davet vardı. Ben akreditasyonsuz bir gazetenin mensubu olarak, bulunduğum Washington’da, Türkiye Büyükelçiliğinde verilen o davete katılacak mıydım? Katılmayacak mıydım? Söyleşimizin başında söyledim. Hüsnü kabul görmediğim yerlerde bulunmamaya gayret eden bir insanım. Orada yüzü ekşi bir davet sahibiyle karşılaşacak olursam, yada onun konuğu olan kişilerden biri yüzüme ters bakacak olsa beni çok rahatsız edeceği için ben gitmemeye karar verdim. Ancak benimle birlikte olan bir başka gazeteci arkadaşım bunu kendisine dert etti, bizzat Genel Kurmay Başkanıyla görüşerek, “Olur mu öyle şey canım, o da bizim davetlimiz, şeref verir”diye söylendiğini aktarınca ben gittim davete. Nitekim Sayın Büyükanıt benimle özel olarak ilgilendi. Belli konularda yaptığı konuşmayla ilgili benim fikrimi almaya çaba gösterdiğini herkese belli etti. Birkaç kez benimle birlikte oldu, elimden tuttu. Kendisini Albaylığı döneminden tanıyorum. Böylesin ilgi gösteren bir insan ama kendisinin başında bulunduğu Genel Kurmay adına hiçbir etkinliğe beni davet edemiyor. Ben aslında bu akreditasyonun bizlere karşı değil, Genel Kurmay’a karşı uygulanan bir akreditasyon olduğu kanaatindeyim. Ben Genel Kurmay’ın etkinliğine gitmedim diye hiçbir mahrumiyet yaşamıyorum. Niye gideceğim? Orada konuşulanları yazmak için. Zaten birileri gidiyor. Ben de ertesi gün okuyorum. Ama buna karşılık ben oraya gittiğim zaman ayaküstü veya teferruatlı konuşma imkanını benimle bulmuş komutanlar bundan mahrum kalıyorlar. Ben onların söylediği hiçbir şeyden mahrum kalmıyorum ama onlar benim söyleyebileceğim şeyleri işitmekten mahrum kalıyorlar.

HÜLYA OKUR- İstenmeyen ortamlarda bulunmayan biri olarak merak ediyorum…Sizin ‘‘I love the United States’’ gibi bir durumunuz var mı, Amerika sevgisinin Bush’un iktidarıyla, elektrik direğine toslaması durumundan söz edebilir miyiz?

“11 EYLÜL’DE O BİNALARI YIKAN KİŞİLER BİLE BUSH YÖNETİMİN AMERİKA ÜZERİNDE YAPTIĞI TAHRİBAT KADAR TAHRİBAT YAPMADILAR”

FEHMİ KORU- Ben Amerika’yı seviyorum. İnsanlarını seviyorum. Temsil ettiği demokrasi, insan hakları gibi değerlerin önemli olduğuna inanıyorum. Bush döneminin yada Amerika’nın 8 yıl içinde üstlendiği misyonun Amerika’ya ters olduğu kanaatindeyim. Amerika’nın temsil ettiği, kurucu babalar dedikleri kişilerin hayallerinde yaşattıkları Amerika fikrine aykırı olduğu kanaatindeyim. Amerikan’ın insanların zihninde uyandırdığı kötücül, kabus tarzındaki görüntüsünün en fazla Amerika’ya zararı olduğunu düşünüyorum. 1 Mart tezkeresi sırasında, Irak işgaline karar verildiğinde Amerika aleyhine çok sert yazılar yazdım. Ama her seferinde de bunun bir Amerikan aleyhtarlığından hareketle yazdığım yazılar olmadığını belirtmek ihtiyacını duydum. Benim Amerika’yla ters düşme ihtiyacım olmadı. Ama şu 8 yıldır dünyanın şamaroğlanı haline dönüştü. Amerika’yı, Amerikalıları, Amerika’nın değerler sistemini takdir eden bir insan olarak en başta, Amerika’ya bu iktidarın yaptığının başka hiç kimse tarafından yapılamayacağını düşünüyorum. 11 Eylül’de o binaları yıkan kişiler bile Bush yönetimin Amerika üzerinde yaptığı tahribat kadar tahribat yapmadılar.

HÜLYA OKUR- Ben yazdıklarımı hep açıklamak zorunda kalıyorum diyorsunuz, gerçekten öyle….Suriye’ye gidişinizi Darüsselam’da Arapça kursları için diye açıklamıştınız. Peki ülkeler arası istihbarat fonksiyonunuz olduğuna dair bir şey söyleyebilir misiniz?

“MİT’LE YADA YABANCI İSTİHBARATLA İLİŞKİM OLMADI.”

FEHMİ KORU- Hiçbir şey yok. Benim hiçbir istihbarat örgütüyle, bizimkiler de dahil olmak üzere hiçbir şekilde yolum kesişmedi. Hiç biriyle birincil irtibat kurmuş değilim. Sadece gazeteci olarak Milli İstihbarat Teşkilatının verdiği brifinglere çağrıldım gittim. Onun dışında ne MİT’le, ne de herhangi bir yabancı istihbaratla ilişkim olmadı. HÜLYA OKUR- “Türk basını açısından büyük bir talihsizliktir”demiştiniz bu olay için….“Bir televizyon programında, Hikmet Çetinkaya’nın 1981 yılında gözaltına altındayken verdiği ifadeleri ve gözaltındayken ailesi tarafından İzmir Emniyet Müdürlüğü' ne verilen 'Alkol tedavisi görmüştür' raporunu ve hatta ''Manisa Lisesi'nden 1957 yılında aldığı tasdiknameyi açıklamanız istihbarat birimleriyle ilişkilendirilmişti. Açmaya çalıştığınız bir çekmeceye elinizin sıkıştığı oldu mu?

“BENİM BÜTÜN YAPTIĞIM, HİKMET ÇETİNKAYA İLE İLGİLİ O DÖNEMDEKİ GAZETELERİ TARAYARAK, KARŞIMA ÇIKAN BİLGİLERİ PAYLAŞMAKTI.”

FEHMİ KORU- Onların istihbaratla ilgisi yok ki! Bunlar bir gazetecinin kolaylıkla elde edebileceği bilgilerdir. O günlerde Hikmet Çetinkaya benim aleyhimde bir dizi akla hayale sığmayacak iddiaları içeren yazılar yazıyordu. Böyle bir tartışma üzerine televizyonda karşı karşıya geldik. İkimizde ön hazırlık yapmışızdır tabi. O arkadaş nerede oturmuştur, geçmişinde nelerle karşılaşmıştır, başına polis yada devletin diğer birimleriyle bir hal gelmiş midir? bütün bunları araştırdım. Bunlar onunla ilgili bilinmeyen şeyler değil. Tek sorun, internet dediğimiz bilgiye kolaylıkla ulaşabilme imkanı sağlayan yeni icatla ancak 1995 sonrası Türkiye tanıştı. 1980’leri de içine alan bilgiler internette olsaydı, bu bilgilere ulaşılabilirdi. Benim bütün yaptığım, bu arkadaşla ilgili o dönemdeki gazeteleri tarayarak, karşıma çıkan bilgileri paylaşmaktı.

HÜLYA OKUR- Bir köşe yazınızda, Amerika’daki Amish cemiyetiyle ilgili olarak, ‘Siz Amerikan başkanlarından birinin ağzından, bir yargıçtan, bir komutandan sayılarının 200 bin kadar olduğu sanılan Amishlere bakıp ‘ABD’de irtica var’ suçlamasının çıktığını duydunuz mu?” diyorsunuz. Biz neden bu kadar panik ve illet durumu yaratıyoruz?

“LAİKLİĞİ TEK YÖNLÜ OLARAK UYGULADIĞINIZ ZAMAN FARKLI İNANÇLARIN BİR ARADA YAŞAMASINI ENGELLEYİCİ SİSTEME DÖNÜŞÜR”

FEHMİ KORU- Bu cemaat kökü, yüzyıllar öncesine dayanan ve ilk kez İsviçre’de ortaya çıkmış olan, belli konularda hala orta çağ hayatını yaşamayı tercih eden insanlar, giyim kuşamları atalarının bin yıl önce giydiği şeylerden oluşuyor. Bizim otomobilleri tarif etmek için kullandığımız beygir gücü, onların hayatlarının tek gücü halinde. Elektrik kullanmıyorlar. Devletle ilişkileri sıkıntılı. Sosyal güvenlik her alanı kapsayıcı şekilde uygulanıyor. Ancak bu Amish cemaati diyor ki:”Biz kendi aramızda sosyal dayanışmayı sağlıyoruz, niye sigorta için ayrı bir para verelim?”Bu bir dava konusu oldu Amerika’da. Bu cemaate mensup Amerikalıların ürettiği mallar, rakipleri tarafından,”sigorta primi ödemiyorlar, rekabeti öldürüyorlar ve ucuza mal ediyorlar”diye şikayet edildi. Bunun üzerine solcu olan Amerika Barolar Birliği bunların savunmasını üstlendi. Solcu avukatlar geldiler, Pensilvanya’da konuştular, vekaletlerini aldılar, sonra yüksek mahkemede bu dava görülürken, avukat uçağa binip Washington’a gitti. Bunlar makinelerden hoşlanmadıkları için ata binip gittiler. Kimse bunları yadırgamıyor. İnsanlar bilerek, isteyerek bundan yüzlerce yıl önceki bir hayatı bugünün Amerika’sında sürdürüyorlar. Amerika’da kimse bunlara ters bakmıyor, aksine marketlere gittiğiniz zaman Amish cemaatinin çiftliklerinde üretilmiş her mal, özel ilgi görüyor. Bunlarınki daha organik bulunuyor, daha sıhhatli kabul ediliyor ve Amish cemaatinin ürettiği her mal başkalarından fiyatlı olarak satılıyor ve kimsede ya bunlar böyle insanlar diye onları garipsemiyor. Sözünü ettiğim mahkeme de cemaatin lehine sonuçlanmıştır. Herkesten sigorta primi kesen Amerikan sistemi, bu cemaate mensup olanları bunun dışında bırakıyor. Devletlerin laiklik anlayışının kapsayıcı olması lazım. Laikliği tek yönlü olarak uyguladığınız zaman farklı inançların bir arada yaşamasını engelleyici sisteme dönüşür. Halbuki laiklik böyle değil, hangi inançtan olursa olsun, insanların kendisinin altında görebilecekleri bir yaşam biçimi olarak anlaşılması lazım. Bu da farklılıklara değer vererek olabilir. Amish cemaati, farklılığını Amerikan sistemi içine yönettiği o nefis, leziz meyve, sebze ve süt mamulleriyle göstermiş oluyor.

HÜLYA OKUR- Evet ilginçtir, “Papa acaba laik midir?”başlıklı bir yazınızı da okumuştum. Başbakan din konusunda ulema konuşur dediği için yargılanacakken, New York'taki St. Joseph Manastırı'nda konuşan Papa, “Gençliğim bütün cevaplara sahip olduğu iddiasındaki sinsi bir rejimin gölgesinde geçti “diyerek totaliter sistemlere kaşı çıktı. Bu ülkede Müslümanlık neden ağza alınmaması gereken bir şey?

“MAHKEME, SİSTEM ÜZERİNE KURDUKLARI BASKININ SONUCUDUR”

FEHMİ KORU- Bizde epeyi mesafeler kat ettik. Hiç değilse tartışıyoruz. Yanlışlarımızı nasıl ortadan kaldıracağımızı tam bilemiyoruz. Yanlışları yanlış olarak görmeyip, onları doğru olarak görenler de var. Onlar ısrarcı. AK Parti’nin kapatılma davasını ben böyle yorumluyorum. Yanlışlarımızı doğru olarak görenlerin, o yanlış olan doğrular devam etsin diye sistem üzerine kurdukları baskının sonucudur mahkeme. Ama öğreniyoruz, hem biz öğreniyoruz, hem başkaları öğreniyor. Papa o fikirlerini rahatlıkla telaffuz edebiliyor ama Türkiye’ye geldikten beri, onun daha önce savunduklarından farklı bir çizgiye yanaşmaya başladığı da görülüyor. Nitekim, Kuran-ı Kerim’in çok önemli bilgiler taşıyan bir kaynak olduğunu ifade etme ihtiyacı yine Papa tarafından duyuldu.

HÜLYA OKUR- Sistem üzerine kurulan baskılar deyince…. Ümraniye’de ele geçirilen el bombalarına ilişkin olarak yürütülen soruşturma kapsamında Ergenekon terör örgütünün hedef listesinde olduğunuz için ifadenize başvuruldu. Bu operasyonun kaçan mı kovalayan tarafında olmak mı zor?

“ERGENEKON’UN HİÇ BİR TARAFINDA OLMAMAK EN İYİSİ”

FEHMİ KORU- Bu operasyonun hiçbir tarafında olmamak en iyisi galiba ama ben bir gazeteci olarak yıllardır devlet içinde yuvalanmış çeteler ile ilgileniyorum ve bunun Türkiye’de demokrasinin önünü kesen en büyük gerçek olduğu kanaatini sürdürüyorum. Daha susurluk kazası olmadan önce, gladyo denilen, başka ülkelerde ortaya çıkartılmış olan çetelere dikkat çekemeye çalışmıştım. Susurluk kazasının hemen ardından çok ısrarlı konuşmalar yaptığımı hatırlıyorum. Şimdi Ergenekon operasyonunun, devlet ve savcı tarafından sorgulanmasını çok sağlıklı bir gelişme olarak görüyorum. Ve umuyorum ki Türkiye’de var olduğu bilinen bir örgüt ise bu, tasfiyesi, bizim ülkemizin önünü açacak bir gelişme olacaktır.

HÜLYA OKUR- Oray Eğin, "Fiilen gazeteciliği bırakan Fehmi Koru, kimi gazetecilerin kapısına çarpı konmasının, Nazi Almanyası’nda olduğu gibi fişlenmesinin yolunu açmış olabilir mi?”diyordu sizin için. Gözaltına alınmadan önce köşenizde, “Ak Partililere benim de bir tavsiyem var: Şu günlerde Cumhuriyet gazetesini dikkatle izlemeliler. Karargâh Cumhuriyet gazetesi..."demenizin altında İlhan Selçuk’u aratan şey neydi?

“BENİM İÇERİYE ALINACAĞINI, SAĞA SOLA SÖYLEDİĞİMİ İDDİA ETTİKLERİ BİRİ VARDI, HALA İÇERİ ALINMIŞ DEĞİL.”

FEHMİ KORU- Cumhuriyet gazetesi her türlü yayını yapacak ve ben bu yayınlar karşısında okurlarımı, ki içinde AK Partili de olan okurlarımı habersiz bırakacağım..Böyle bir şey gazeteciliğe sığar mı bilmiyorum. İlhan Selçuk ile ilgili bugüne kadar yazdığım yazılardan birkaç tane cilt kitap olabilir. Son yirmi yıl içersinde hiç yazmadıysam yüzlerce yazı, İlhan Selçuk ve Cumhuriyet hakkındadır. Bunların operasyonda, İlhan Selçuk’un gözaltına alındığı bir döneme rastlaması İlhan Selçuk’un benim dikkatimi çeken yazıları, o süreç içinde yazmasıyla ilgilidir. Yoksa 10 yıl önce yazdığı bir yazıyı alıp, “Buna dikkat edin”demiş değilim ki! O gün yazdığım yazıdan bahsediyorum. İlhan Selçuk’ta o günkü yazısında, çok açık bir şekilde AK Partinin kapatılma davasıyla irtibatlı olarak bazı şeyler yazmaktaydı. Bende ona dikkat çektim. Ondan hareketle yazılan yazıya gelince…Tabi dava konusu bu olay, çok ayrıntısına girmek istemem ama ben hayatımın hiçbir döneminde yaptığım işleri dışarıda konuşmuş bir insan değilim. Benim yakın arkadaş çevrem var, onların içerisinde bile sadece benim bildiğim bir şey varsa ve bu bende kalması gereken bir bilgi ise hiçbir zaman paylaşmam. Yani sadece bana verilecek bir bilginin olduğu ortamlarda bulunmak istemem. Dolayısıyla savcılar kimin peşindeler, polis kimi gözaltına alacak? bunları benim bilmem mümkün değil. Tahminde bulunabilir miyim? Evet bulunabilirim ama orada ismi geçen insanların hiçbirini ben tahmin etmiyordum. Nitekim benim içeriye alınacağını, sağa sola söylediğimi iddia ettikleri biri vardı, hala içeri alınmış değil. Gazeteci olan bir arkadaş içeri alınmış, ben onu söylemişim, ben tanımadığım bir insanı hiçbir yerde söyleyecek değilim. Ama Ergenekon dediğimiz şey sadece benim bilgim dahilinde olan bir gelişme değil ki! Hepimiz bir yerinden tuttuk yazıp duruyoruz. Devlet içinde yuvalanmış çeteleri bilgim dahilinde olanlarını okuyucularımla paylaşmam benim en doğal hakkım.

HÜLYA OKUR- Emin Çölaşan Uğur Mumcu’nun 5’nci ölüm yılında sizin, Uğur Mumcu’nun, ‘‘O gece beş gazeteci çete kurdular ve silah üzerine yemin ettiler...’’ dediğinizi yazmıştı. Suikastlara ait bilgi dökümünü ve hipotezler neden sonuca ulaşmakta yetersiz kalıyor?

“MEDYADAKİ ÇETELEŞME VARLIĞINI İLK KEŞFEDENLERDEN BİRİ OLDUĞUMU DÜŞÜNÜYORUM”

FEHMİ KORU- Bence ulaşıyor. Bugün bakın geriye…Orada isimleri anılan arkadaşların hangi konumlarda olduklarına bakın, görüyorsunuz dayanışma içindeler ve o dayanışmalarını “birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için”mantığı içinde yürütüyorlar. Bu bakımdan medyadaki çeteleşme varlığını ilk keşfedenlerden biri olduğumu düşünüyorum. Bunun yakın tarihimizde meydana gelen gelişmelerle de ilgili olduğunu hala zannediyorum.

HÜLYA OKUR- 'İyi de kardeşim, Ak Parti'nin hiç mi günahı yok?' diye sormuyorlar mı, insanın fıttırası geliyor.”dediğiniz için ben öyle sormayacağım. AK Parti’nin suçsuzluğunun teminatı ne?

“İDDİANAMEDE KONU EDİLEN SÖZLERİ DAHA ÖNCE ÖZAL, KENAN EVREN, DEMİREL DE SÖYLEMİŞ…”

FEHMİ KORU- Böyle kapatma davalarına ilkesel olarak yaklaşmak lazım. Bir partinin kapatılması, bir insanın idam edilmesi gibi bir şeydir. Ama dünyada idam cezası kalktı. Niçin? Çünkü telafisi mümkün değil. Siz işlemediğiniz bir suçtan dolayı idam cezasına çarptırılabilirsiniz, deliller sizin aleyhinizde görüldüğü için ama birileri onu öyle ayarlar ve idam edilirsiniz. Sonra yıllar sonra gerçek katil dayanamaz itirafta bulunur, yada yeni bulgular çıkar yada teknoloji gelişir, DNA teknolojisiyle aynı dille gider katilin farklı olduğunu görürsünüz. O zaman ne yapacaksınız, öldürdünüz adamı. Kapattınız. Niçin kapatıyorsunuz? İddianameyi okuyorsunuz…AK Partinin savunmasına da baktığınız zaman, o iddia edilenlerden çok daha ağır sözleri geçmiş dönemde Turgut Özal söylemiş, Kenan Evren söylemiş, Süleyman Demirel söylemiş…Daha şu yakınlarda Deniz Baykal kendisini hoca efendi yerine koyup, bizim dinimiz falanca mezhepte demiş. Başkalarının söyledikleri onları bağlamıyor da veya onların yüzünden cezalandırılmıyorlar ama bu tarafta parti kapattıracak büyük bir suç olarak görülüyor. Bu sebeple de bunların hiç mi suçu yok sorusu sorulamaz. Suçu olabilir. Herkesin suçu olur. Siz görürsünüz, birinin birini öldürdüğünü, arkanızı dönebilirsiniz. Bu suç değil mi yaptığınız? Ama idam cezasını gerektirecek ağır bir suçla sizin suçunuz aynı olabilir mi? Bu bakımdan ben partilerin kapatılmasına karşı çıkıyorum. Ve bunların hiç mi suçu yoktu? Tarzında sorusu olanları ayıplıyorum.

HÜLYA OKUR- Baykal’ın Avrupa Birliğine üye olacak, milli geliri 500 milyara yaklaşan, demokrasi zeminindeki ülkede sol politikalar üretememesi eleştirilirken, demokrasi düzenini kaybetmenin kendisine yaradığını düşünüyorsunuz. Peki bu düşünceden dolayı CHP’yi nasıl bedeller bekliyor olabilir?

“CHP’NİN UMUDU ANTİDEMOKRATİK BİR UMUT.”

FEHMİ KORU- CHP’nin herhalde beklediği 22 Temmuz seçimleri öncesinde hatta 3 Kasım seçimleri öncesinde beklediğidir. Büyük bir siyasi başarı gösterip, kurulacak olan koalisyon hükümetin başında olma beklentisi vardı. Her iki seçimde de bu beklentisine uygun bir sonuç çıkmadı. Şimdi seçimsiz aynı sonucu alabileceğini umuyor, bu kapatma davasıyla, AK Parti kapatılırsa önemli liderleri ve çok sayıda milletvekili siyasi yasaklı kılınırsa, mecliste ortaya çıkacak bir tablodan belki de bir koalisyon hükümeti doğabileceğini ve kendisinin onun başına geçeceğini umuyordu. Bu antidemokratik bir umut. Ben buna en şiddetli şekilde karşı çıkmayı kendimin görevi olduğunu düşünüyorum.

HÜLYA OKUR- 1967'de İzmir'de İslami hayat ortamı sağlayacak Akevler Kooperatifi'ni kuran, Zaman ve Milli Gazete'deki yazılarında islami kanaatlerini sunan kayınpederiniz 1928 doğumlu Süleyman Karagülle’nin Kırgızistan'da 18 yaşında bir kadınla evlendiğine dair iddialar vardı. Üzmez olayı dahilinde yaşlılığın islami sınırları nedir sizce?

“KAYINPEDERİMİN EVLİ OLDUĞU HANIM 42 YAŞIN ÜZERİNDE”

FEHMİ KORU- Hiç alakası yok. Şu anda evli zaten o Kırgızistanlı dediğiniz hanımefendiyle. Bildiğim kadarıyla 42 yaşının üzerinde. Evlendikleri zamanda 30’lu yaşlarda olduğunu zannediyorum. O bakımdan bir defa gerçekten terbiye sınırlarını zorlayan bir olay. Yalan yazılıyor. Beni de ilgilendiren bir şey değil, herkesin kendi tercihi.

HÜLYA OKUR- Kaan Arslonoğlu’nun "Politik Psikiyatri adlı kitabına göre sizin ABD'yi sıklıkla eleştirme nedeniniz "tüm İslamcı yazarlar" gibi siz de ABD'yi "Hıristiyan aleminin en büyük gücü ve İslam'ın en büyük düşmanı" olarak görmek ve karşı olmak zorunluluğunuzmuş. Yine Arslonoğlu'na göre siz kapitalizme karşı değilmişsiniz. Bu sözlerin muhatabı ne diyor?

FEHMİ KORU- Amerika ile ilgili ne düşündüğümü az önce söyledim. O arkadaşın bence yeniden bir psikiyatri eğitimi görmesi gerekiyor. Çünkü benim tam zıttım bir sonuç çıkarmış, benim yazılarıma bakarak.

HÜLYA OKUR- Bilderberg toplantılarına davet edilmeniz eleştirilirken, "Bilderberg'e gittim ben, Kanarya Sevenler Derneği'nin yıllık toplantısına değil" diye çıkış yapıyorsunuz. Bu toplantı da toplam ve toplananlar bize ne diyor?

“AYDIN DOĞAN,” LODOS’A GİDİYORUZ, GEL SEN DE BİZİMLE” DEDİĞİ ZAMAN BU ÇAĞRIYI DOĞRU BULUYORUM.”

FEHMİ KORU- Bilderberg toplantıları önemli. Eskiden daha da önemli olduğunu zannediyorum. Çünkü dünyanın bugün aldığı biçim, Bilderbergçilerin yaşlı olduğunu da düşünürseniz, eskiden ülkelerinde çok daha faal insanlardan oluşurken bugün daha çok yaşlılardan oluştuğu için yönetimin dışında kalması nedeniyle son zamanlarda etkilerinin azaldığını söyleyebiliriz. Elbette bir Kanarya Sevenler Derneği değil, elbette bu insanlar dünyadaki gidişatı etkilemeye çalışıyorlar. Elbette Amerikan yönetimi üzerinde etkili insanlar var aralarında. Pek çok gelişmeyi etkileyebilecek konumdalar. Dünyadaki olayların onların etkisiyle irtibatlandığı yazılarımın bu davette etkili olduğunu düşünüyorum. Ve ilk defa olarak da daha önce Bilderberg’i eleştiren bir insanı davet ettiler. Bu benim için önemli. Türkiye’de de Mason Locaları açılım yaptıkları zaman ilk davet edilen ben oluyorum. Gelin, görün, biz şunları yapıyoruz diye. Yada Aydın Doğan,” Lodos’a gidiyoruz, gel sen de bizimle” dediği zaman böyle bir çağrıda bulunmasını bu sebeple doğru karşılıyorum. Çünkü bugüne kadar benim hakkında yazdığım gruplar, örgütler, kişiler yazılarımı yakından izliyorlar ve iyi niyetle yazdığımı, olayları çarpıtmadığımı, gerçekleri gördüğüm zaman yazmaktan geri durmadığımı biliyorlar, o sebeple beni çağırıyorlar. Bunu meslekte önemli bir özelliğim olarak da kayda geçiriyorum.

HÜLYA OKUR- Gazeteciliğin altın kurallarını; şüphe, heyecan ve edinilen bilgileri cesur biçimde kaleme almak olarak sıralarsak, Fehmi Koru için, korunulmamış bir şey kalır mı?

“SİZİNLE BİR SAATİ GEÇTİ KONUŞUYORUZ, HAKKINIZDA PEK ÇOK ŞEYİ MERAK EDİYORUM. “

FEHMİ KORU- Ben hayatımı merak olarak görüyorum. Her şey benim için bir merak konusudur. Ben hala otomobil nasıl hareket ediyor bildiğim halde merak ediyorum. Bilgisayar nasıl çalışıyor merak ediyorum. Her şey bir merak bir benim için. Kitaplara öyle yaklaşıyorum, izlediğim filmlere de öyle. Bir insanla konuşurken, mesela sizinle bir saati geçti konuşuyoruz, hakkınızda pek çok şeyi merak ediyorum.

HÜLYA OKUR- Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye kadar, İki insanın aralarındaki konuşmalar, Dince ve şer'an müsaade olunmayan şeylere yada birisinin hususi hâllerine ait gizli sırlardan hangisi sizi kendisine daha çok çeker?

“BEN DAHA ÇOK GÜNCEL MERAKLARIN PEŞİNDE OLAN BİR İNSANIM”

FEHMİ KORU- Yok. Benim ilgi alanıma girmiyor o söylediğiniz şeyler. Onları düşünmeye başlarsam bu mesleği yapamam. Ben daha çok güncel merakların peşinde olan bir insanım ve o meraklar belirli yerlere sürüklüyor. Her gün yeni bir merak alıyorum gündemime ama en az eski bir merakımdan da kurtuluyorum. Her yazıya oturduğumda, bilgiçlik taslamak için değil, kendim üzerinde düşündüğüm yada başlarının da üzerinde düşünmesini arzu ettiğim bir görüşü sunmak için oturuyorum. Yazının ilk cümlesini yazdığımda, sonuna nasıl gelecek merakı içinde oluyorum. Çünkü yazı kendisini yazıyor, biz yazıyoruz ama yazı başlıyor ve o an ne kadar sürüyorsa kendi kendini yazıyor. Hayat bir merak benim için.

HÜLYA OKUR- Sizden öğreneceklerimizin artarak devam etmesi için de merakaverliğinizin hiç sonu gelmemesini diliyoruz. Teşekkürler..

FEHMİ KORU- Ben teşekkür ederim….

 10.05.2008